31 Ekim 2015 Cumartesi

Full Pride Jacket.

Gururdan ceket, kendimi bildim bileli üzerimde. Bütün ilişkilerimde çıkarıp, bir kenara bırakmam gerektiği zamanlar oldu. Yapmadım. Kenarda bırakılan gurur bir şekilde kırılmış gurur; onu olduğu yerde bırakarak ilerleyebilir misin? Hadi ilerledin, vardığın yerde mutlu olur musun? Sanmıyorum. 

Günlük hayat içerisinde, hesaplanmamış şekilde yaşanan gurur incinmesi başka. İncinir, düzeltmen gereken bir şey varsa düzeltir, yoluna devam edersin. Ama bir yerlerde tıkanmış bir şeyi yoluna koymak için, kendi arzunla gururu bir kenara bıraktığın zaman, yaşanacak incinmeyi göze almış oluyorsun. İncinirsen, kendine olan sevgin, saygın azalıyor. Ne gerek var? 

Kalbimin kapılarını sonuna kadar açıp, alabildiğine içten, varımı yoğumu ortaya sererek yaşarken, paylaşmak yerine zora sokulmayı sevmiyorum. Ceketi çıkartırsam devam edebileceğim noktaya geldiğim zaman, o noktaya en afillisinden bir selam çakarak istikamet değiştiriyorum. Mis gibi. 

Gururu kenara bırakarak devam edilen her hikayede kalp kırıklığı biriktiriliyor ve o gün olmasa bile günün birinde hem kendini, hem karşı tarafı suçladığın bir mutsuzluğun içinde buluyorsun kendini. 

Hiç kimse yada hiçbir olay, kendime olan sevgi ve saygımı koruduğum süre boyunca hissettiğim mutluluğu yaşatacak güce sahip değil. 

Period.


3 Ağustos 2015 Pazartesi

Freud'a Selam Olsun.


Denizci arkadaşlarım var, pilot arkadaşlarım ve bir de pilot olan erkek arkadaşım. Daimi karada olanlar. Bir de ben varım. Teker teker bakıyorum herkese. Uzunca süre gidene, çok uzaklara gidip gidip dönene. Yerinde öylece durmak isteyene. Herkesi anlamaya çalışıyorum, en önemlisi de kendimi anlamaya.

Hepimizin kendine göre insanları sınıflandırma eğilimi ve tarzı var. Ben algılarla ilgileniyorum. Dünyanın nasıl algılandığı, nasıl bir birikimle nasıl bir hayat sürüldüğü, gezip gördükçe, uzun yola gittikçe yada yerinde kaldıkça neler olup bittiğini merak ediyorum. İnsan herhangi bir hayatı neden tercih eder? Tercihler beraberinde neler getirir? Tek bir hayat yaşama şansı olan insan kişisel tatminini nasıl sağlar?

Herkese ayrı ayrı bakıyorum. Maksimum seviyede deneyimlemeye çalışıyorum, kalmayı, gitmeyi, durmayı, durmamayı. Herhangi bir tercih yapmadan, var olduğunu bildiğim, kendiliğinden gerçekleşmeyecek ve merak ettiğim her şeyi denemeye çalışıyorum. Bir insanı değil, olabildiğince çok insanı anlamak istiyorum. Kalıbıma, kabıma sığamıyorum, keşfetmek, daha çok öğrenmek, ne kadar sır varsa hepsine vakıf olmak istiyorum.

25 senenin sonunda insanlarla beraber kendime de anlam vermeye başlıyorum.

Denize giden, türlü türlü karakterde insanla, amirle, aylarca dar alanda zaman geçiriyor. Hiçbirimizin şahit olmadığı güzellikte gün doguşlarını, gün batımlarını, yanında anı paylaşmak isteyeceği insanlardan bir tanesi bile olmadan belki, bir başına seyrediyor. Doğanın mucizelerine tanık oluyor. Zor zamanlar geçiriyor. Kendine hepimizden fazla maruz kalıyor. Okuyor, izliyor, belki yazıyor. Kendince bir yöntemle, kendi kendine aylar geçiriyor. Yıllar geçiyor, karada sabah 9 akşam 5 çalışan, yılda 15 gün tatili olan insandan bambaşka bir hayat yaşıyor.

Pilot, ayın hatırı sayılır kısmını uzak yerlere uçarak, bazı gün ve gecelerini bu uzak yerlerde bulunan otellerde geçirerek, çoğu seyahatinde yeni insanlarla tanışarak, gökyüzünün en şahane hallerine şahit olarak günler, aylar, yıllar geçiriyor. Kokpitte yanında oturan insan her defasında ayrı bir dünya oluyor. Bazen iyi, bazen kötü. Her seferinde başka bir ekip, rota belki aynı ama günler birbirini tekrar etmiyor, bir şekilde.

Yerinde kalmayı seçen, aynılıktan keyif alan, dışına çıkmak istemeyen, sabit düzen içerisinde, kurduğu hayattan keyif alan insanın durumu var bir de. 'Başka bir dünya mümkün ama umurumda değil' motivasyonu..

3 farklı örnek var yukarıda. Onlarca, belki yüzlerce varyasyonla ele alabiliriz. Herkesin gece kafasını yastığa koyduğunda aklına, gözünün önüne gelen imaj başka, bambaşka. Gezdiğin, gördüğün, çalıştığın,okuduğun, temas ettiğin her şey tarafından yeniden yaratılıyorsun. Kendin bir yol tutturuyor, başka yolları konuşarak, okuyarak, araştırarak anlamaya çalışıyorsun.

Türlü deneyim, algı, bilgi nihayetinde ortaya çıkan 'sen' geri kalan herkesle bir ortak noktada buluşuyorsun. Seçtiğin, yürüdüğün, sevdiğin yol ne kadar az rastlanır türden? Hiçbir öneminin kalmadığı paydada, 'insan oluş' kısmında herkesle eşitleniyorsun. Endişeler, arzular, umutlar, beklentiler bir yerde aynılaşıyor: eşini bulma isteği... Her kim olursan ol, bütün varlığını paylaşmak arzun, tamamlanma isteğin aynı kalıyor. Dağdaki çoban ne hissediyorsa, o en muhteşem versiyonun dahi tamamlanmak konusunda o çobanla aynı şeyi hissetmeye, istemeye devam ediyor.

Bütün bu yukarıdaki laf kalabalığını yapmamın bir sebebi var. Hepimiz kendine münhasır, deneyimleri nihayetinde sürekli güncellenen ama yaptığımız seçimler sebebiyle belli alanlarda değişim geçiren insanlarız. Her birimizin temeldeki arzusu 'eşini bulmak.' Buradan hareketle 3 şey söylemek istiyorum:

1) 'Ben yalnız mutluyum ya' barikatı arkasına saklanmak, oraya saklanmaya iten mutsuzluktan fazlasını getirecek, Açık olmak lazım.

2)'Benim eşim bu olacak, başkasını istemem' derken dur durak bilmeden acı çekmek söz konusuysa 'eş' diye içselleştirilen kişi doğru kişi değil, inadı kenara bırakmanın sonunda mutluluk var.

3) Tamamlanmışlık hissi, her kim olarak yaşıyorsan, olduğun kişiyi algılayabilecek insanla mümkün. Ne bir çift güzel bacak, ne de kabarık bir cüzdan tarafından tamamlanabilecek şekilde dizayn edilmedik hiç birimiz.


Neyse, özetle:

29 Haziran 2015 Pazartesi

Sky, blue sky.

Ben yine İstanbul'dan kaçtım. Bir müddet hayat şartlarının gerektirdiği üzere iş aradım, başvurular yaptım, sonra aklıma yatar bir şey buldum, başvurumu yaptım. Cevap alana kadar da bir müddet uzak ve doğada kalacağım. 

Bayılıyorum İstanbul'a. Boğazına, deniz kenarında yürümesine, kafesine, barına, tarihine hatta kalabalığına. Bir müddet sonra ise boğulmaya başlıyorum. Sokağa çıktığın anda maruz kaldığın kimi yerer kimi över insan bakışları, gideceğin yere, buluşacağın insana göre giyinip süslenmesi, yolu-trafiği, ister istemez kaostan payını alıp girdiğin stres. Evden burnunu dışarı uzatmanla beynine, ruhuna doğru taarruza geçiyor şehir. Bir yere kadar meşgul edici ve hatta eğlenceli. O noktaya geldikten sonra ne yapsan geçmez bir mutsuzluk hali.

Böyle zamanlarda benim kişisel tercihim; uzaklaşmak. Beklentileri en aza indirgeyebileceğim, doğanın içinde hayvanla, az insanla öz zaman geçirebileceğim, zaman mefhumundan uzak, "oh!" diyebileceğim bir kaç gün geçirmek. 

Kapitalist sistem kulağına  Louis Vuitton'dan ayakkabılar almanın, lüks restoranlarda süslü kıyafetler içinde akşam yemeklerinin mutluluk kaynağı olacağını, bunlara ulaşmak için daha çok çalışman gerektiğini fısıldamayı sürdürecek. Kendini her şeyin en iyisine layık görmen, en fazlasını hak ettiğini düşünmen için elinden geleni yapacak. 

Yapıyor da. Bana da o vakit 'Sen bi' kes sesini' hali geliyor. İnsanın özünün doyduğu zamanlar, gerçek mutluluk kaynakları neredeyse hep bedava ve mutluluğu parayla orantılamak ve fazlasına sahip olduğunda rahata ereceğini düşünmek ise ne yazık ki kapital sistemin yarattığı bir illüzyon. Elbette paraya, çalışmaya ihtiyacımız var. Ve içsel mutluluk için de doğaya. 

Sistem işlesin diye ha babam çalışıp, boş kalan zamanlarda da tüketerek mutlu olmaya çalışmak yerine, bütçeleri en azından ayda bir haftasonu doğaya kaçmalara ayarlayabilsek, o ayakkabıyı almasak da sakin bir göl kenarında kahvaltı edip, yürüyüş yapsak mesela. Kıt kanaat geçinmeye çalışırken son model telefon taksidine girmek yerine insan gerçekten kendi mutluluğuna yatırım yapsa. Böyle olsa belki de İstanbul'un omuzları düşük, yere bakarak yürüyen, göz temasını 'Günaydın'a çevirebilecekken kafasını çevirmeye motive insanında biraz değişiklik olur. 

Her şey üstünüze geliyor gibi hissettiğiniz zamanlarda bu söylediklerimi bir düşünün. Mülkiyet hissinden vazgeçip, domates yetiştirin demiyorum ama iddia ediyorum almanın yerini gitmekle değiştirdiği bir hayat, hepimizi mutluluğa biraz daha yaklaştırır.





Saatleriniz kaç paranız olduğunu anlatmak zorunda değil, zamanı doğru göstersin yeter. Mutluluğu bir de bu sularda arayın, denemesi bedava.


Not: Bu yazı etrafta mutsuz insan görmekten fenalık geçirmek üzereyken yazılmıştır.

Mutlu haftalar! 











18 Haziran 2015 Perşembe

Bir kadın yalnızlığı kolay seçmiyor arkadaşlar.

Benim ikili ilişkilerim hoşuma gitmeyen şeyleri, basit beklentilerimi karşı tarafa tatlı dille anlatmak ama hoşuma gitmeyen durumların ta ki ben 'It's over' kıvamına gelene kadar 'over and over again' tekrar etmesiyle son buluyor.

Aman tadımız bozulmasın, aman pozitif kalalım, aman düzelir. Düzelir mi? Düzelir dediğin beklenti, şarkıda da söylediği gibi sadece üzüyor. Pür dikkat kesiliyorum karşı tarafı anlayayım da, huyuna göre davranayım diye, o esnada adam kendini kral gibi hissederken ben kimim, ben ne beklerim, ne isterim önemsemeyi aklına getiremiyor. Mutsuz oluyorum, hadi diyorum dile getireyim bari, bir şeylerin değişmesi lazım.  Tatlı tatlı anlatıyorum. Hiçbir şey değişmiyor. Laf kalabalığı, ne gerek var? Kadının trip atıp, naz yaptığı ilişkilerde adamların tapar pozisyonda hazırolda beklediklerine çok şahit oldum -ki ben yapabilenler grubuna girmiyorum-, diyalogla bir şeylerin çözülebildiği ise mucizeler katında nadide bir durum. Erkek arkadaşlarla gerçekleştirildiğinde konuşma yada tartışma olarak adlandırılan şey, kadının bir konuyu gündeme getirmesi durumunda ışık hızıyla 'kadın dırdırı' etiketini yiyiveriyor. 

Zekasıyla, insan ilişkilerindeki başarısıyla ışıl ışıl parlayıp, etraflarını aydınlatan adamlar nasıl benim karanlığım haline geliyor zamanla? Artık bir cevabım var. Ben adamları anlıyorum. Karakterlerini, kisiliklerini, ihtiyaçlarını... Kendi ihtiyaçlarımı bir kenara koyarak kendimi karşı tarafı tanımaya adıyorum. Bu beni uzlaşmacı biri haline getiriyor ilişki içinde. Ideal olan diyorum kendi kendime, kimse değişmesin ama birbirini anlasın ve memnuniyetle karşılıklı tatminleri yerine getirsin. Nafile.

Ben pür dikkat leb demeden leblebi kıvamına geleyim zamanla, sen benim kim olduğuma dair en ufak bir fikrin olmadan benimle birlikte ol. Yok ya. Kapris, dırdır size müstahak arkadaşlar. Alfanız bile maksimum beta kadınına değer verecek şekilde kodlanmış. Alfa kadınları duygusal ilişkiyi rafa kaldırıp, işe güce odaklansın. siz de betalarınızla üreyin.

Mutsuzluğun lüzumu yok.

Rastgele.





24 Nisan 2015 Cuma

The Age Of Stupid


                                                

Lots of ideas try to take over the world but there is only one winner: Consumerism! 
Bir çok fikir dünyayı ele geçirmeye çalıştı ama tek bir kazanan var: Tüketicilik!



Dünyanın gidişatı ile alakalı biraz şüphe ve merak varsa içinizde, sizi "Aptallık Çağı'nı" izlemeye davet ediyorum. Bilimsel veriler ve öngörüler baz alınarak hazırlanan belgesel, günlük hayatlarımıza dünyanın kaynakları sonsuzmuş gibi devam eder ve otoriteler tarafından devam etmeye teşvik edilirken, dünyanın her gün 'nasıl da' sona yaklaştığını anlatıyor.


Spoiler vermeyeceğim, söyleyebileceğim tek şey belgeselin gayet akıcı olduğu ve dünya gerçeklerini gayet usta bir kurgu ve dille izleyenin yüzüne vurduğu.

'Izleyeyim de, neye yarayacak?' diyorsanız, en azından insanoğlu olarak paylaştığımız sorumluluğun ne olduğunu biraz olsun anlamaya yardımcı olur, diyorum.

Buradan buyurun:

The Age Of Stupid


23 Nisan 2015 Perşembe

Sofar Sounds Istanbul



Sofar yani 'Songs from a room'un Istanbuldaki ilk etkinliğini gerçekleştirmesinin üzerinden yaklaşık 1,5 sene geçti. Ilk duyduğumda nasıl heyecanlandığımı hatırlıyorum. Muhteşem işler çıkacağından emindim, öyle de oldu. Hala fiilen katılabilmiş değilim ama Youtube üzerinden takip ediyorum. Cok yetenekli insanlar, güzel müzikler... Ki bu yalnızca bir boyutu. Sofar videolarının sebep olduğu bir başka durum söz konusu ki, benim için eşi benzeri yok.

Performansların gerçekleştiği evler, evlerin manzaraları ve evin içindeki kitlenin tamamının yarattığı atmosfer, Istanbul'un en güzel ve heyecan verici yüzlerinden biri benim için. Bunca kaosa, karmaşaya, çirkinliklere inat tüm kudreti, ihtişamı ve inceliğiyle sanata ev sahipliği yaptığında ben tek bir şey düşünüyorum: dünyanın başka hiçbir şehrine bu kadar yakışmazdı! Ne olursa olsun, Istanbul'un ruhunun en derin, en sağlam, en muhteşem tarafı sanat ve güzel insanlarla beraber kesintisiz nefes almaya devam ediyor.

Uzatmayacağım.

Yaşasın güzel insanlar, yaşasın güzel müzik, yaşasın güzel Istanbul ve yaşasın Sofar!

Buradan buyurun:

Gorkem Han Jr - Night & Shore


  
Kaan - Cinnamon


Kalben - Sadece


  
Sedef Sebuktekin - Bul Beni





22 Nisan 2015 Çarşamba

Cheer me up!


Itirazı olan?

Insan kendi modunu müzikle değiştirmek üzere eğitebilir mi? Bence mümkün. Nerede olursan ol, müzik neye benziyorsa duyguların da bir şekilde kulaklarından içeri dolanlara benziyor. Sahip olduğu kurtarıcı güç, başka hiçbir şeyde yok sanıyorum. Evinden, kendi hayatından uzaklardayken, özünden uzaklaştığını hissedip mutsuz olduğun anlarda, evi hatırlatan bir şarkı dinlemek eski ruhu geri veriyor. Dönüp geldiğinde, uzaklardayken dinlediklerin o zamanlar hissettiklerini hatırlatıyor. Olup biten bir şekilde müzikle can buluyor ve onun içine saklanıyor.

Bildiğim en iyi atmosfer mimarı. Nahoş durumların hissettirdikklerini temizlemenin en güzel yolu. Keyfin yokken, negatiflere boğulmuşken, iliklerine kadar hayat dolu olduğun zamanlara ait bir ses duymak, eski duyguları  geri getiriyor, devam etmek kolaylaşıyor. Daha mucizevi bir şey bilmiyorum.



18 Nisan 2015 Cumartesi

Eureka!

Ikili ilişkilerde ne zaman problem yaşansa, bir yerlerde tıkanılsa hemen sorun tespitine girişip sonunda Arşimet gibi fırlıyorum ortaya: Eureka (buldum!) Buldum da ne buldum? 25 yıldır sorunu hep kendimde aradım, kendimde buldum. bugünün eureka'sı bu.

Fazla iyi niyet, fazla iyi huyluluk, fazla anlayış temelli davranışlarımın doğurduğu suistimaller tolore edebileceğim sınırı aştıkları gün, bir bakıyorum problem gibi gözüken şey artık hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü artık sürdürmüyorum. Hep birbirine benzeyen dertlerden muzdarip olma sebebim aslında bir şekilde sorunun gerçekten bende olduğuna kanıt gibi. Varımı yoğumu alabildiğine ortaya koyup, aman sizin incileriniz dökülmesin, ben kendi başımın çaresine de bakarım, sizin arkanızı da toplarım diyerek, sızlanmayı aklımın ucundan bile geçirmeden hareket ettiğim için zamanla yaptıklarım normalleşip, değersizleşiyor. Sevdiğim için özen gösteriyorum, özen gösterdiğim için yeterince özen göremiyorum.

'Hayatımız güzelleşsin' temelli davranışlarım nasıl oluyor da karşı tarafta kendi hayatının eşsiz ve değeri ölçülemez olduğu ve benim hayatımı görmezden gelerek de yaşayabileceğimiz hissiyatını doğuruyor bilmiyorum.

Halbuki ilişkiye gösterdiğim özen, karşı tarafa gösterdiğim özen, temelde kendime gösterdiğim özen ve kendimi içinde bulmak istediğim mükemmellikle alakalı.

Beraber mutlu oluruz diye açtığım kapılarımdan içeri özensizlik ve mutsuzluk rüzgarları esmeye başladığında, önlemler alırdım, eskiden. Şimdi içimden gelen tek ses: 'kapat, kapat, kapat: kapı, pencere ne varsa kapat!' ve ortaya koyduğun özeni de kendine döndür.

Içimdeki yaşama sevincine tav olup, ha gayret azalmasına sebep olmanın katlanılabilirliği bir yerde sona eriveriyor.

Kapılar kapalı artık. Gösterdiğim incelik ve özenin bir benzerini görene kadar, içtenliğim içtenlikle buluşana kadar.

Şimdi onlar düşünsün.



13 Mart 2015 Cuma

"Die sehnsucht zieht mich hin in ferne länder, dorthin, wo meine seele lacht."

Yani diyor ki: `Özlem beni ruhumun güldüğü uzak ülkelere çekiyor.` insanın ruhu neden güler? Nasıl güler? Bir çok sebep, bir çok etken olabilir. Benim ruhum öğrendikçe, keşfettikçe, ufkum açıldıkça gülüyor. Yani basitçe bakarsak eğer, bir yerde ilk defa bulunuyor olmak ruhumun gülmesi için kafi. Öyle olması gerekiyor. Ama tam olarak öyle değil işte.

1 aydır Fiji'deyim. Buraya daha önce hiç gelmedim. Yemyeşil bir adalar ülkesi olduğundan başka hiçbir bilgim yoktu ülke hakkında aklıma gelmeyi koyduğumda. Eylül ayıydı ilk plan yapıldığında, benim yolculuğum Şubat ayını buldu. Tam 5 ay, daha önce hiç bulunmadığım bir ülkede güldü ruhum, 5 ay hiç görmediğim bir yerde olmayı özledim. Sevdiğim insanı o adalar ülkesine uğurladıktan sonra benim ruhum yalnızca uzaklara özlem duydu, aylar boyunca.

Geldim. Gördüm. Keşfediyorum. Öğreniyorum. Ruhum kahkahalar atıyor mutluluktan. Hayatımın en büyük eksik parçasını yerine koymuş gibi hissediyorum kendimi. Ama ruhum, başka ülkelerde de gülmeye devam ediyor. En sevdiğim bir kaç insan meslekleri gereği denizdeler mesela. Haber geliyor: 'Çin'deyim', 'Hindistan'dayım', 'Amerika'dayım'. Ailem ve hatırı sayılır sayıda arkadaşım Türkiye'deler. Hayatlarında önemli şeyler oluyor. Haber alabildiğim müddetçe şanslı sayıyorum kendimi. Kalbim bir çok yerde birden atıyor. Uzakları seçmenin, uzakları sevmenin faturası da bu. Hayatı bir yapboz olarak ele alırsak, ben büyük ve kilit bir parçayı yerine yerleştirdim. Bu esnada yapbozumdaki parça sayısı artmaya devam ediyor. Eksik parçalarım dünyaya yayılmış vaziyetteler ve biliyorum ki hiçbir zaman resmin tamamını görmek mümkün olmayacak. Madalyonun bir yüzü gülerken, diğer tarafında kaçınılmaz hüzün var anlayacağınız.




Paylaşılamadığı için eksik kalan gün batımlarım var.


Özlem benim içimde gürül gürül şelale!

12 Mart 2015 Perşembe

Oh.

Korku ve gözdağı toplumundan, özgürlük ve mutluluğa açılan kapıyı bulmak ve o kapıdan geçmek muazzam bir direnç, sabır ve sıkı çalışma istiyor. Kendini keşif, dünyayı keşif, kötüye hazırlık, iyiye uyum... Her 'yapamazsın' sonrası potansiyellerini yeniden gözden geçirmek, kendine inanmak, korkuyu bir kenara bırakmak, önlemler almak ama akışa da bırakabilmek. Hepsi bir bütünün parçaları. Çok kapı açtım, çok çabayla açtığım kapıları inanılmaz bir hızla kapattım. Ne kadar istesem de yürümeyeceğini anladığım hiçbir şeyin peşinden koşmayı sürdürmedim. Kendimi kovaladım. Bunu yaparken maymun iştahlılıkla eleştirildim. Öyle olmadığımı, yalnızca en mutlu şekilde yürüyebileceğim yolu tutturabileceğimi bildiğim için kulak asmadım. Yeni yollara girdim, yeni kapılar açtım. Güvenli ortamımı terk ettim, yeni hayatımın içinde güvenli alanlar inşa ettim. En önemlisi, en zor anımda bile içimde bir nebze de olsa mutluluk barındırdım hep. Kendi tercihlerimi yaşamış ve yaşıyor olmak hep biraz hafif kalmama yardım etti. Sonuç olarak, hayal bile edemeyeceğim güzellikte hayatlar yaşarken buldum kendimi zaman zaman. Dümdüz, engelsiz yada önceden planlanmış yollar nereye gider ben bilmem. Bildiğim şey, en zor koşulda dirayetini koruyup, koyvermeden olayların içinden çıkabilmek, en güzel anı da en az en zor an kadar yüksek bir gönülle karşılayıp, öyle yaşamakla mümkün ancak yol almak.

Gezdikçe, öğrendikçe. insan ve mekan tanıdıkça, doğanın muhteşemliğiyle yüzleştikçe iyice idrak ediyorsun 'okyanusta küçücük bir kum tanesi' olduğunu. Kötülüğün bir sınırı olmadığı gibi, güzelliğin de bir sınırı olmadığını. Kendi önemsizliğini fark ettikçe açıyorsun içini, kendini tüm dünyaya. Kesfettiğin her şey tarafından yeniden yaratılıyorsun. Bir kere yaşamak için çabalamaya karar verdin mi, mucizeler peşini bırakmıyor.

Bazı şeyler yalnızca filmlerde olmuyor.

                                                                

24 Şubat 2015 Salı

"Çok feministim"

Kestik!

Bir şeyi gerçekten, içtenlikle olduğun zaman o olduğun şey konusunda bağırmayı kesip, sadece öyle yaşıyorsun. Ne onay bekliyorsun, ne takdir. Olmaya çalışıyorum ama iki beden büyük geldi, sindiremedim bir türlü, o yüzden her fırsatta haykırıyorum, tanrılar adına 'ben feministim'. Haha!

Gerçek bir entelektüel her fırsatta muazzam bir donanıma sahip olduğunu dile getirebilir mi? Gerçek entelektüel? Gerçek? Yada gerçek bir bilge, bilgeliğine vurgu yapar mi? Yapabilir mi?

Gerçek ve sahte ayrımını nasıl yapıyoruz? Basit. Sindirilmiş, özümsenmiş yetkinlik kendini kanıtlama ihtiyacı hissetmiyor. Bir bilgeyi eliyle bir bardağı kavrarken yada başıyla birini selamlarken bile tanıyabilirsiniz bazen. insanın olduğu şey, eline, koluna, gözüne yansıyor. Olmadığı şey de öyle.

Kendi kendine 'yine çok çılgınım' vurgusu yapan insan genelde kendini çılgın göstermek isteyen bir normaldir mesela. Çılgına çılgınlığı çılgınlık gelmez.

Samimiysen vurguya ihtiyaç duymazsın.

Ve genelde söz değil, aksiyon konuşur.


Öptüm.

20 Şubat 2015 Cuma

Her şey aşktan.

Sakin, yalnızca içinde bulunduğu anın tadını çıkaran, geçmiş derdine ya da gelecek telaşına düşmeyen, cool cool idare eden insanlara imreniyorum! Istedikleri her şeye sahipler sanki. Sürekli yeni bir hedef belirleyip, tüm şartları ona uydurmaya çabalayıp, hedef gerçekleştiğinde hemen başka bir hedef belirleyip bu sefer onun için koşmaya başlamak, durmamak, dinlenmemek. 'Kendi dünyamı ben yaratırım!' iddiası. Sevmediklerinden kaçmak, sevdiklerine koşmaya çalışmak. Hep genç, hep süper enerji sahibi olmayacağını bilmek ve ihtiyaç anında huzurlu ve güvenli bir hayata sahip olamayacağını düşünmek. Kolay değil. Ruhunu ve kişiliğini besleyeceğini düşündüğün her büyük ve güvenliksiz hamle, istediğin sonucu alamadığında izleyeceğin alternatif yolları düşünüp, tasarlamana sebep oluyor. Sonuç olarak tam olarak içinde bulunduğun an'a odaklanmak imkansız hale geliyor.

Sonra ne oluyor? Attığın adım beklentilerini karşılamadığı zaman zaten aklında olan bir başka plana odaklanıyorsun. Bütün ihtimalleri göz önüne alarak hareket etmek, yalnızca devam etmeye odaklı olmak. Devam etmek. Yara almayarak, 'deneyim' diyerek, bir sonraki adıma daha farklı bir insan olarak başlamak. Umursadığın tek şeyin 'devam etmek' olması. Yok mu bunun sonu? Var. Keyifle sürdürebileceğin bir hayat ihtimaliyle mümkün aynı yol üzerinde yürümek, koşmak, taklalar atmak.

Durduğum yerde duramıyorum. Bütün potansiyellerimi gerçekleştirmeden durmak istemiyorum. Kendimi dinliyorum, kendimi izliyorum. Son olarak kendimi doğduğum ve yaşadığım yer olan İstanbul'a göre Dünya'nın sonu sayılabilecek bir yerde buluyorum.

Peşinden geldiğim şey sürdürülebilir hayat ihtimali mi? Sevmeye son ana kadar devam edebileceğim insanı bulduğuma dair olan inancım mi? Yukarıda bahsettiğim her şeyi unutun. Peşinden koştuğum, iliklerime kadar arzuladığım yegane şey hayata karşı aynı heyecanı paylaşacağım insanı bulma hevesim. Çünkü dünya mücadele edilmesi gereken tonlarca kötülükle doluyken, aynı zamanda keşfedilmesi ve hakkının verilmesi gereken yığınla güzellikle dolu. Ben bir bilincim, ben bir kadınım. Görünenin ötesinde en derin endişem benzer bir bilinçle yaşayabileceğim kişiyle bir olup, beraber olup, 'tam' hissedebilmek. Günü geldiğinde 'anne' olmak. Kendini gerçekleştirmiş, babayla dünyaya aynı perspektiften bakabilmiş anne olmak. Eşle koşmak. evlatla koşmak. Karşılıklı sahip olunan bütün potansiyelleri açığa çıkarıp, gerçekleştirebilecek cesareti birbirine verebilecek kadar tanışmış olmak, umursanır olmak, aynı değerler çerçevesinde buluşabilmiş olmak. Tek kaygım bu.

Kendi kendine iyi idare ettiği zamanlarda sahip olmayı arzuladığı tek şey 'eş' oluyor insanın. Doğa bu. Kanunu bu. İyi ki de öyle. Başını omzuna yaslayıp, gün batımını seyrederken başka hiçbir şey düşünmediğin insanı bulabildiğin zaman eski ihtirasını kaybediyor geçmiş endişesi, gelecek telaşı. Ve bir insan ömrü, eşini bulduğu an anlam buluyor.

Yani, cool cool içinde bulunduğum anın tadını  çıkarabilmem için içimdeki tüm sevgi gücünün açığa çıkması ve şüphesiz paylaşma hevesimin olması lazım.

Gerekirse Mars'a giderim.

25 Ocak 2015 Pazar

Kendimi yumruklamak istiyorum!

Aslında başta kalbimi kıranı bir güzel pataklamak istiyorum. Ama sonra tam olarak baş edebileceği mesafeden daha yakına sokulmasına izin verdiğim için suçu kendimde buluyorum. "Ben bunları hak etmedim" demeden evvel iyice bir emin olmak lazım acaba karşı taraf böyle derinden etkiler yaratabilecek kadar yakın olmayı hak etti mi? diye. Muhtemelen etmedi, çaba da göstermedi. Kendi yarattığım yakınlık ilizyonu yüzünden kazık yemiş gibi hissediyorum.

Derken bakıyorum ki tam olarak bu da değil. Olay şu ki herkesin düsturu benimki gibi dürüstlük sanıyorum ben. Bir an için bile tam olarak içimden gelmediği gibi davranırsam eğer hafakanlar basıyor çünkü, sanıyorum ki herkese öyle oluyor, Ama kazın ayağı öyle değil tabi. İnsanlar kafalarında tasarladıkları sonuçlara ulaşmak için, insanları kendi tasarladıkları yerlere yerleştirebilmek için çok da güzel duygu\düşünce saklayıp, hesaplı muhabbetler içine girebiliyorlar. Bunca zahmete değiyor mu merak ediyorum. 'Ben seni sevmiyorum, sevemiyorum..', 'Kazağını pek beğenmedim.' vs. bunlar söylenmesi, işitilmesi ağır şeyler değil. Düşündüğün gibi ifade ettiğin fikirlerle oluşuyor çünkü samimiyet dediğin şey. Samimiyet önemli. Ancak samimiyetle girilebilir birinin hayatına, samimi değilsen hiçbir şeyim değilsin demektir. Samimi değilsen ve bir şekilde yalanlarla ayakta tuttuğun diyaloglar içine giriyorsan biraz da çıkar düşkünüsün demek ki bu da pek çirkin.

Insanın en çok sinirime dokunduğu noktalardan biri bu samimiyet olayı. Bakıyorum, bakıyorum sonra kendini dağa taşa vurup, varoluşu sorgulayanlara akıl sır erdiriyorum. Mutluluğu 20 kediyle hayatı paylaşmakta bulan teyzeyi anlıyorum. Rüzgarla beraber sallanan, direnmeyen yaprağın haline bakıyorum, dimdik duran ağaca, yıldırıma karşı koyamayıp yerle yeksan olana. -Mış gibi yapamayan her şeye. Bakıyorum, bakıyorum ve insanın yalanları, kaçak yolları, kandırışları iyice çirkin geliyor gözüme.

Benim içim bazen bazılarınızı kaldırmıyor.

Siz iyisi mi kendi kendinizi yumruklayın!



7 Ocak 2015 Çarşamba

Mizah ve katliam: Charlie Hebdo


Bugün 7 Ocak 2015. Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo saldırıya uğradı ve 12 kişi katledildi. Derginin son paylaşımı Işid lideri Ebu Bekir El Baghdadi ile alakalıydı. 'Aslında iyi dileklerimle' notuyla twitter üzerinden paylaşılan karikatürde Baghdadi 'Özellikle de sağlık!' diyor. Hebdo, bir mizah dergisi olarak Baghdadi'yi ti'ye alıyor. Ölümcül hata.




Biraz geriye gidelim. 2006 Şubat'ında Hebdo Hz. Muhammed'i kapak yapıyor. Ortalık ayağa kalkıyor. Karikatür şu:

C'est dur d'etre aime par des cons.
It's hard to be loved by jerks.
Aptallar tarafından sevilmek çok zor.

Bugün gerçekleşen katliamın sebebi bir grup insanın Muhammed'e, Müslümanlık dinine yada El Baghdadi'ye duydukları sevgi olabilir mi? Yada en basiti içinde sevgi barındıran bir kişi böylesi bir katliamın parçası olabilir mi? İlla bir duyguyla açıklamak gerekirse durumu belki 'saplantı' diyebiliriz.

 Yukarıdaki karikatürün yayımlanmasından 2 yıl sonra Daniel Leconte isimli bir yönetmen C'est Dur D'etre Aime Par Des Cons- Aptallar Tarafından Sevilmek Çok Zor isimli bir belgesel hazırlıyor. Filmin 11 Nisan 2009 tarihinde 28. İstanbul Film Festivali bünyesinde Beyoğlu Sineması'nda gösterime girrmesi planlanıyor. Lakin sinemanın tehdit telefonları alması sebebiyle filmin gösterimi önce erteleniyor, daha sonra iptal ediliyor. Hoşgörüyü salık veren bir dinin mensuplarının tepkileri kısa sürede orantısızlaşıp, şiddete evrilebiliyor çünkü. Bugün olduğu gibi.

Charlie Hebdo'ya geri dönelim. Hebdo bir mizah dergisidir ve mizah yapar. Meselelerin içindeki mizahı ortaya çıkartır, bu yöntemle eleştirir. Bu yeri gelir İsa olur:



Yeri gelir Papa olur:


Fazlası için şöyle buyrun:

Ve mizah, yalnızca bir kare ve tek bir cümleyle koskoca bir meselenin özünü göz önüne çıkartabilir. Beyinleri yıkamak, çarpık düşünce sistematiklerini insanlara empoze etmek sayfalarca cümleler yazmayı gerektirebilir, içine yalan karıştırılabilir. Lakin mizah çarpıcılığını ve kuvvetini genel olarak gerçekçiliğinden alır. Mizahi yeteneği olan kişinin doğası eleştiridir, bu da beraberinde ister istemez cesareti getirir. . 


Ve tüm bu eleştiriler genellikle zeki kişiler tarafından gerçekleştirilir. Tıpkı bugün katledilen ve dünyanın aydınlık tarafından eksilen bu dört güzel adam gibi...


Soldan sağa: Georges Wolinski, Bernard Verlhac, Stephane Charbonnier, Jean Cabut.

Gittiler, ancak meslek hayatları boyunca ürettiklerini yok edebilecek herhangi bir silah yok yeryüzünde. Bir çok sıradan insandan çok daha uzun süre yaşayacaklar. 


Nihayetinde Charlie Hebdo'nun tarihi olması gerektiği gibi eleştirilerle doludur ve bir grubun hazımsızlığı mizahla geçen ömürlerin kanla sonlanmasına sebep olur. Böylesine bir hazımsızlık ancak düzgün düşünce üretememekle, muhakeme kabiliyetlerinin kangren olmasıyla yada hiç var olmamasıyla açıklanabilir. Ama dünya bunu son kertede basitçe 'köktendinci islamcılar' olarak adlandıracak. Haksız da sayılmayacak. 


Kahır ve üzüntüyle.