13 Mart 2015 Cuma

"Die sehnsucht zieht mich hin in ferne länder, dorthin, wo meine seele lacht."

Yani diyor ki: `Özlem beni ruhumun güldüğü uzak ülkelere çekiyor.` insanın ruhu neden güler? Nasıl güler? Bir çok sebep, bir çok etken olabilir. Benim ruhum öğrendikçe, keşfettikçe, ufkum açıldıkça gülüyor. Yani basitçe bakarsak eğer, bir yerde ilk defa bulunuyor olmak ruhumun gülmesi için kafi. Öyle olması gerekiyor. Ama tam olarak öyle değil işte.

1 aydır Fiji'deyim. Buraya daha önce hiç gelmedim. Yemyeşil bir adalar ülkesi olduğundan başka hiçbir bilgim yoktu ülke hakkında aklıma gelmeyi koyduğumda. Eylül ayıydı ilk plan yapıldığında, benim yolculuğum Şubat ayını buldu. Tam 5 ay, daha önce hiç bulunmadığım bir ülkede güldü ruhum, 5 ay hiç görmediğim bir yerde olmayı özledim. Sevdiğim insanı o adalar ülkesine uğurladıktan sonra benim ruhum yalnızca uzaklara özlem duydu, aylar boyunca.

Geldim. Gördüm. Keşfediyorum. Öğreniyorum. Ruhum kahkahalar atıyor mutluluktan. Hayatımın en büyük eksik parçasını yerine koymuş gibi hissediyorum kendimi. Ama ruhum, başka ülkelerde de gülmeye devam ediyor. En sevdiğim bir kaç insan meslekleri gereği denizdeler mesela. Haber geliyor: 'Çin'deyim', 'Hindistan'dayım', 'Amerika'dayım'. Ailem ve hatırı sayılır sayıda arkadaşım Türkiye'deler. Hayatlarında önemli şeyler oluyor. Haber alabildiğim müddetçe şanslı sayıyorum kendimi. Kalbim bir çok yerde birden atıyor. Uzakları seçmenin, uzakları sevmenin faturası da bu. Hayatı bir yapboz olarak ele alırsak, ben büyük ve kilit bir parçayı yerine yerleştirdim. Bu esnada yapbozumdaki parça sayısı artmaya devam ediyor. Eksik parçalarım dünyaya yayılmış vaziyetteler ve biliyorum ki hiçbir zaman resmin tamamını görmek mümkün olmayacak. Madalyonun bir yüzü gülerken, diğer tarafında kaçınılmaz hüzün var anlayacağınız.




Paylaşılamadığı için eksik kalan gün batımlarım var.


Özlem benim içimde gürül gürül şelale!

12 Mart 2015 Perşembe

Oh.

Korku ve gözdağı toplumundan, özgürlük ve mutluluğa açılan kapıyı bulmak ve o kapıdan geçmek muazzam bir direnç, sabır ve sıkı çalışma istiyor. Kendini keşif, dünyayı keşif, kötüye hazırlık, iyiye uyum... Her 'yapamazsın' sonrası potansiyellerini yeniden gözden geçirmek, kendine inanmak, korkuyu bir kenara bırakmak, önlemler almak ama akışa da bırakabilmek. Hepsi bir bütünün parçaları. Çok kapı açtım, çok çabayla açtığım kapıları inanılmaz bir hızla kapattım. Ne kadar istesem de yürümeyeceğini anladığım hiçbir şeyin peşinden koşmayı sürdürmedim. Kendimi kovaladım. Bunu yaparken maymun iştahlılıkla eleştirildim. Öyle olmadığımı, yalnızca en mutlu şekilde yürüyebileceğim yolu tutturabileceğimi bildiğim için kulak asmadım. Yeni yollara girdim, yeni kapılar açtım. Güvenli ortamımı terk ettim, yeni hayatımın içinde güvenli alanlar inşa ettim. En önemlisi, en zor anımda bile içimde bir nebze de olsa mutluluk barındırdım hep. Kendi tercihlerimi yaşamış ve yaşıyor olmak hep biraz hafif kalmama yardım etti. Sonuç olarak, hayal bile edemeyeceğim güzellikte hayatlar yaşarken buldum kendimi zaman zaman. Dümdüz, engelsiz yada önceden planlanmış yollar nereye gider ben bilmem. Bildiğim şey, en zor koşulda dirayetini koruyup, koyvermeden olayların içinden çıkabilmek, en güzel anı da en az en zor an kadar yüksek bir gönülle karşılayıp, öyle yaşamakla mümkün ancak yol almak.

Gezdikçe, öğrendikçe. insan ve mekan tanıdıkça, doğanın muhteşemliğiyle yüzleştikçe iyice idrak ediyorsun 'okyanusta küçücük bir kum tanesi' olduğunu. Kötülüğün bir sınırı olmadığı gibi, güzelliğin de bir sınırı olmadığını. Kendi önemsizliğini fark ettikçe açıyorsun içini, kendini tüm dünyaya. Kesfettiğin her şey tarafından yeniden yaratılıyorsun. Bir kere yaşamak için çabalamaya karar verdin mi, mucizeler peşini bırakmıyor.

Bazı şeyler yalnızca filmlerde olmuyor.

                                                                

24 Şubat 2015 Salı

"Çok feministim"

Kestik!

Bir şeyi gerçekten, içtenlikle olduğun zaman o olduğun şey konusunda bağırmayı kesip, sadece öyle yaşıyorsun. Ne onay bekliyorsun, ne takdir. Olmaya çalışıyorum ama iki beden büyük geldi, sindiremedim bir türlü, o yüzden her fırsatta haykırıyorum, tanrılar adına 'ben feministim'. Haha!

Gerçek bir entelektüel her fırsatta muazzam bir donanıma sahip olduğunu dile getirebilir mi? Gerçek entelektüel? Gerçek? Yada gerçek bir bilge, bilgeliğine vurgu yapar mi? Yapabilir mi?

Gerçek ve sahte ayrımını nasıl yapıyoruz? Basit. Sindirilmiş, özümsenmiş yetkinlik kendini kanıtlama ihtiyacı hissetmiyor. Bir bilgeyi eliyle bir bardağı kavrarken yada başıyla birini selamlarken bile tanıyabilirsiniz bazen. insanın olduğu şey, eline, koluna, gözüne yansıyor. Olmadığı şey de öyle.

Kendi kendine 'yine çok çılgınım' vurgusu yapan insan genelde kendini çılgın göstermek isteyen bir normaldir mesela. Çılgına çılgınlığı çılgınlık gelmez.

Samimiysen vurguya ihtiyaç duymazsın.

Ve genelde söz değil, aksiyon konuşur.


Öptüm.

20 Şubat 2015 Cuma

Her şey aşktan.

Sakin, yalnızca içinde bulunduğu anın tadını çıkaran, geçmiş derdine ya da gelecek telaşına düşmeyen, cool cool idare eden insanlara imreniyorum! Istedikleri her şeye sahipler sanki. Sürekli yeni bir hedef belirleyip, tüm şartları ona uydurmaya çabalayıp, hedef gerçekleştiğinde hemen başka bir hedef belirleyip bu sefer onun için koşmaya başlamak, durmamak, dinlenmemek. 'Kendi dünyamı ben yaratırım!' iddiası. Sevmediklerinden kaçmak, sevdiklerine koşmaya çalışmak. Hep genç, hep süper enerji sahibi olmayacağını bilmek ve ihtiyaç anında huzurlu ve güvenli bir hayata sahip olamayacağını düşünmek. Kolay değil. Ruhunu ve kişiliğini besleyeceğini düşündüğün her büyük ve güvenliksiz hamle, istediğin sonucu alamadığında izleyeceğin alternatif yolları düşünüp, tasarlamana sebep oluyor. Sonuç olarak tam olarak içinde bulunduğun an'a odaklanmak imkansız hale geliyor.

Sonra ne oluyor? Attığın adım beklentilerini karşılamadığı zaman zaten aklında olan bir başka plana odaklanıyorsun. Bütün ihtimalleri göz önüne alarak hareket etmek, yalnızca devam etmeye odaklı olmak. Devam etmek. Yara almayarak, 'deneyim' diyerek, bir sonraki adıma daha farklı bir insan olarak başlamak. Umursadığın tek şeyin 'devam etmek' olması. Yok mu bunun sonu? Var. Keyifle sürdürebileceğin bir hayat ihtimaliyle mümkün aynı yol üzerinde yürümek, koşmak, taklalar atmak.

Durduğum yerde duramıyorum. Bütün potansiyellerimi gerçekleştirmeden durmak istemiyorum. Kendimi dinliyorum, kendimi izliyorum. Son olarak kendimi doğduğum ve yaşadığım yer olan İstanbul'a göre Dünya'nın sonu sayılabilecek bir yerde buluyorum.

Peşinden geldiğim şey sürdürülebilir hayat ihtimali mi? Sevmeye son ana kadar devam edebileceğim insanı bulduğuma dair olan inancım mi? Yukarıda bahsettiğim her şeyi unutun. Peşinden koştuğum, iliklerime kadar arzuladığım yegane şey hayata karşı aynı heyecanı paylaşacağım insanı bulma hevesim. Çünkü dünya mücadele edilmesi gereken tonlarca kötülükle doluyken, aynı zamanda keşfedilmesi ve hakkının verilmesi gereken yığınla güzellikle dolu. Ben bir bilincim, ben bir kadınım. Görünenin ötesinde en derin endişem benzer bir bilinçle yaşayabileceğim kişiyle bir olup, beraber olup, 'tam' hissedebilmek. Günü geldiğinde 'anne' olmak. Kendini gerçekleştirmiş, babayla dünyaya aynı perspektiften bakabilmiş anne olmak. Eşle koşmak. evlatla koşmak. Karşılıklı sahip olunan bütün potansiyelleri açığa çıkarıp, gerçekleştirebilecek cesareti birbirine verebilecek kadar tanışmış olmak, umursanır olmak, aynı değerler çerçevesinde buluşabilmiş olmak. Tek kaygım bu.

Kendi kendine iyi idare ettiği zamanlarda sahip olmayı arzuladığı tek şey 'eş' oluyor insanın. Doğa bu. Kanunu bu. İyi ki de öyle. Başını omzuna yaslayıp, gün batımını seyrederken başka hiçbir şey düşünmediğin insanı bulabildiğin zaman eski ihtirasını kaybediyor geçmiş endişesi, gelecek telaşı. Ve bir insan ömrü, eşini bulduğu an anlam buluyor.

Yani, cool cool içinde bulunduğum anın tadını  çıkarabilmem için içimdeki tüm sevgi gücünün açığa çıkması ve şüphesiz paylaşma hevesimin olması lazım.

Gerekirse Mars'a giderim.

25 Ocak 2015 Pazar

Kendimi yumruklamak istiyorum!

Aslında başta kalbimi kıranı bir güzel pataklamak istiyorum. Ama sonra tam olarak baş edebileceği mesafeden daha yakına sokulmasına izin verdiğim için suçu kendimde buluyorum. "Ben bunları hak etmedim" demeden evvel iyice bir emin olmak lazım acaba karşı taraf böyle derinden etkiler yaratabilecek kadar yakın olmayı hak etti mi? diye. Muhtemelen etmedi, çaba da göstermedi. Kendi yarattığım yakınlık ilizyonu yüzünden kazık yemiş gibi hissediyorum.

Derken bakıyorum ki tam olarak bu da değil. Olay şu ki herkesin düsturu benimki gibi dürüstlük sanıyorum ben. Bir an için bile tam olarak içimden gelmediği gibi davranırsam eğer hafakanlar basıyor çünkü, sanıyorum ki herkese öyle oluyor, Ama kazın ayağı öyle değil tabi. İnsanlar kafalarında tasarladıkları sonuçlara ulaşmak için, insanları kendi tasarladıkları yerlere yerleştirebilmek için çok da güzel duygu\düşünce saklayıp, hesaplı muhabbetler içine girebiliyorlar. Bunca zahmete değiyor mu merak ediyorum. 'Ben seni sevmiyorum, sevemiyorum..', 'Kazağını pek beğenmedim.' vs. bunlar söylenmesi, işitilmesi ağır şeyler değil. Düşündüğün gibi ifade ettiğin fikirlerle oluşuyor çünkü samimiyet dediğin şey. Samimiyet önemli. Ancak samimiyetle girilebilir birinin hayatına, samimi değilsen hiçbir şeyim değilsin demektir. Samimi değilsen ve bir şekilde yalanlarla ayakta tuttuğun diyaloglar içine giriyorsan biraz da çıkar düşkünüsün demek ki bu da pek çirkin.

Insanın en çok sinirime dokunduğu noktalardan biri bu samimiyet olayı. Bakıyorum, bakıyorum sonra kendini dağa taşa vurup, varoluşu sorgulayanlara akıl sır erdiriyorum. Mutluluğu 20 kediyle hayatı paylaşmakta bulan teyzeyi anlıyorum. Rüzgarla beraber sallanan, direnmeyen yaprağın haline bakıyorum, dimdik duran ağaca, yıldırıma karşı koyamayıp yerle yeksan olana. -Mış gibi yapamayan her şeye. Bakıyorum, bakıyorum ve insanın yalanları, kaçak yolları, kandırışları iyice çirkin geliyor gözüme.

Benim içim bazen bazılarınızı kaldırmıyor.

Siz iyisi mi kendi kendinizi yumruklayın!



7 Ocak 2015 Çarşamba

Mizah ve katliam: Charlie Hebdo


Bugün 7 Ocak 2015. Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo saldırıya uğradı ve 12 kişi katledildi. Derginin son paylaşımı Işid lideri Ebu Bekir El Baghdadi ile alakalıydı. 'Aslında iyi dileklerimle' notuyla twitter üzerinden paylaşılan karikatürde Baghdadi 'Özellikle de sağlık!' diyor. Hebdo, bir mizah dergisi olarak Baghdadi'yi ti'ye alıyor. Ölümcül hata.




Biraz geriye gidelim. 2006 Şubat'ında Hebdo Hz. Muhammed'i kapak yapıyor. Ortalık ayağa kalkıyor. Karikatür şu:

C'est dur d'etre aime par des cons.
It's hard to be loved by jerks.
Aptallar tarafından sevilmek çok zor.

Bugün gerçekleşen katliamın sebebi bir grup insanın Muhammed'e, Müslümanlık dinine yada El Baghdadi'ye duydukları sevgi olabilir mi? Yada en basiti içinde sevgi barındıran bir kişi böylesi bir katliamın parçası olabilir mi? İlla bir duyguyla açıklamak gerekirse durumu belki 'saplantı' diyebiliriz.

 Yukarıdaki karikatürün yayımlanmasından 2 yıl sonra Daniel Leconte isimli bir yönetmen C'est Dur D'etre Aime Par Des Cons- Aptallar Tarafından Sevilmek Çok Zor isimli bir belgesel hazırlıyor. Filmin 11 Nisan 2009 tarihinde 28. İstanbul Film Festivali bünyesinde Beyoğlu Sineması'nda gösterime girrmesi planlanıyor. Lakin sinemanın tehdit telefonları alması sebebiyle filmin gösterimi önce erteleniyor, daha sonra iptal ediliyor. Hoşgörüyü salık veren bir dinin mensuplarının tepkileri kısa sürede orantısızlaşıp, şiddete evrilebiliyor çünkü. Bugün olduğu gibi.

Charlie Hebdo'ya geri dönelim. Hebdo bir mizah dergisidir ve mizah yapar. Meselelerin içindeki mizahı ortaya çıkartır, bu yöntemle eleştirir. Bu yeri gelir İsa olur:



Yeri gelir Papa olur:


Fazlası için şöyle buyrun:

Ve mizah, yalnızca bir kare ve tek bir cümleyle koskoca bir meselenin özünü göz önüne çıkartabilir. Beyinleri yıkamak, çarpık düşünce sistematiklerini insanlara empoze etmek sayfalarca cümleler yazmayı gerektirebilir, içine yalan karıştırılabilir. Lakin mizah çarpıcılığını ve kuvvetini genel olarak gerçekçiliğinden alır. Mizahi yeteneği olan kişinin doğası eleştiridir, bu da beraberinde ister istemez cesareti getirir. . 


Ve tüm bu eleştiriler genellikle zeki kişiler tarafından gerçekleştirilir. Tıpkı bugün katledilen ve dünyanın aydınlık tarafından eksilen bu dört güzel adam gibi...


Soldan sağa: Georges Wolinski, Bernard Verlhac, Stephane Charbonnier, Jean Cabut.

Gittiler, ancak meslek hayatları boyunca ürettiklerini yok edebilecek herhangi bir silah yok yeryüzünde. Bir çok sıradan insandan çok daha uzun süre yaşayacaklar. 


Nihayetinde Charlie Hebdo'nun tarihi olması gerektiği gibi eleştirilerle doludur ve bir grubun hazımsızlığı mizahla geçen ömürlerin kanla sonlanmasına sebep olur. Böylesine bir hazımsızlık ancak düzgün düşünce üretememekle, muhakeme kabiliyetlerinin kangren olmasıyla yada hiç var olmamasıyla açıklanabilir. Ama dünya bunu son kertede basitçe 'köktendinci islamcılar' olarak adlandıracak. Haksız da sayılmayacak. 


Kahır ve üzüntüyle.

8 Aralık 2014 Pazartesi

"Bazen, ne yaparsan yap, olmuyor bazen."

Klişelerden kaçarak, kaçınarak yaşamaya özen gösterirken an geliyor, o an geliyor üzerine cuk diye oturan bir klişeyi içinde bulunduğun duruma açıklama sayıp, gerisinden kaçıveriyorsun. 'Bu' diyorsun, bu kadar, daha önce birilerinin dile getirdiği gibi işte. Sıradan. Herkesin başına gelebilecek şey, bana da olan bu. Olan biten bu. Bundan ibaret. Basit.

İster bu dünyada işin bittiğinde gideceğin bir cennete inanarak yaşa, ister elimdeki hayat ve süre benim tek şansım düsturunu benimse. Olaylar nihayetinde aynı duyguda birleşiyoruz. En ekstrem hikaye de, en sıradan olanı da içine duygu karıştığında aynı klişenin kurbanı olabiliyor.

Yine de durup, biraz düşündüğünde her bir hücrenin güzelliklerle dolabileceğini hatırlıyorsun, hali hazırda ölü olan bir adamın söylediği bir şarkı sana hayatın ne de güzel olduğu konusunda umut verebiliyor.

Şerefe!