11 Şubat 2016 Perşembe

Ne demiş Pratchett: 'It is said that your life flashes before your eyes just before you die. That is true, it's called Life.'

Temiz enerji, sağlıklı göz altları, az uykuyla yetinebilme, güne mutlu başlayabilme, dopdolu geçen günün ardından huzurla uyuyabilme hepsi biraz seyahat, biraz değişiklikle mümkün.

İnsan uzun zaman aynı yerde kaldığı zaman tükeniyor. Kendini, potansiyelini, mutluluk kaynaklarını tüketiyor. Yaşadığın hayatın güzelliğini, sahip olduklarının değerini anlayabilmen için uzaklaşman gerekiyor. Uzaklaşıp dönen insanın taze enerjisi bambaşka oluyor.

Durdukça, durduğum yerde, yeterince ilerleyemediğimi hissettiğim her an, geceleri uykunun yetmemesi, gündüzleri yapmak istediğim tonla şeyi bir başka zamana erteleyerek biraz daha uyku adına erkenden yatağa girmek. Yerimde durduğum her an içinde bulunduğum boşluk büyüyor. Halbuki mutlu olmama sebep tonla şeye sahibim.

Biraz değişiklik, biraz yenilik, kendi potansiyelini yeniden keşif, başka bir hayatın mümkün olduğunu hatırlamak. Deneyimlerle çoğalmak.

Gitmek her zaman daha fazla olarak geri dönmek demek.

Kısa bir süre kaçıp, başka bir dilde hoşçakal demeyi öğrenip geri geleceğim.

Fonda da bu şarkı çalacak:

Sioen - Cruisin




4 Şubat 2016 Perşembe

Hepimizin var bir iç dünyası, dış dünyası.

Hepimiz ayrı dünya sonuçta.

Yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz, kabiliyetlerimiz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, tercihlerimiz.

Doğdumuz yer, içine doğduğumuz aile, gittiğimiz okul, sınıf arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, tercihlerimiz. Kantinde yediğimiz tostun bile kim olduğumuz üzerinde etkisi var.

Birleştiğimiz noktalar var. Çılgınlar gibi ayrıldığımız, asla bir araya gelemeyeceğimiz noktalar. O noktalara rağmen bir araya gelişlerimiz, karşılıklı öğrenme çabalarımız.

Aileden ayrılıp, Üniversite'ye başlayıp, farklı farklı türlü insanı hayatımıza alıp, deneyimde üst noktalara çıktığımız zamanlar var. Sonra iş dünyası, 'iki dünya bir araya gelse bu insanla aynı yerde 1 saatten fazla duramam' dediğiniz insanla yıllarınızı geçirdiğiniz yer.

Her şeye rağmen, aynı dünyayı paylaşmaya devam ediyoruz.

Neyse müzik dinleyelim. Müzik güzel.



Ben aşağıda gördüğünüz seti dinlediğim her an 23 yaşında olacağım.

Adios.

Brighter Days - Tolga Güngör

Tolga'ya selam olsun!

31 Ekim 2015 Cumartesi

Full Pride Jacket.

Gururdan ceket, kendimi bildim bileli üzerimde. Bütün ilişkilerimde çıkarıp, bir kenara bırakmam gerektiği zamanlar oldu. Yapmadım. Kenarda bırakılan gurur bir şekilde kırılmış gurur; onu olduğu yerde bırakarak ilerleyebilir misin? Hadi ilerledin, vardığın yerde mutlu olur musun? Sanmıyorum. 

Günlük hayat içerisinde, hesaplanmamış şekilde yaşanan gurur incinmesi başka. İncinir, düzeltmen gereken bir şey varsa düzeltir, yoluna devam edersin. Ama bir yerlerde tıkanmış bir şeyi yoluna koymak için, kendi arzunla gururu bir kenara bıraktığın zaman, yaşanacak incinmeyi göze almış oluyorsun. İncinirsen, kendine olan sevgin, saygın azalıyor. Ne gerek var? 

Kalbimin kapılarını sonuna kadar açıp, alabildiğine içten, varımı yoğumu ortaya sererek yaşarken, paylaşmak yerine zora sokulmayı sevmiyorum. Ceketi çıkartırsam devam edebileceğim noktaya geldiğim zaman, o noktaya en afillisinden bir selam çakarak istikamet değiştiriyorum. Mis gibi. 

Gururu kenara bırakarak devam edilen her hikayede kalp kırıklığı biriktiriliyor ve o gün olmasa bile günün birinde hem kendini, hem karşı tarafı suçladığın bir mutsuzluğun içinde buluyorsun kendini. 

Hiç kimse yada hiçbir olay, kendime olan sevgi ve saygımı koruduğum süre boyunca hissettiğim mutluluğu yaşatacak güce sahip değil. 

Period.


3 Ağustos 2015 Pazartesi

Freud'a Selam Olsun.


Denizci arkadaşlarım var, pilot arkadaşlarım ve bir de pilot olan erkek arkadaşım. Daimi karada olanlar. Bir de ben varım. Teker teker bakıyorum herkese. Uzunca süre gidene, çok uzaklara gidip gidip dönene. Yerinde öylece durmak isteyene. Herkesi anlamaya çalışıyorum, en önemlisi de kendimi anlamaya.

Hepimizin kendine göre insanları sınıflandırma eğilimi ve tarzı var. Ben algılarla ilgileniyorum. Dünyanın nasıl algılandığı, nasıl bir birikimle nasıl bir hayat sürüldüğü, gezip gördükçe, uzun yola gittikçe yada yerinde kaldıkça neler olup bittiğini merak ediyorum. İnsan herhangi bir hayatı neden tercih eder? Tercihler beraberinde neler getirir? Tek bir hayat yaşama şansı olan insan kişisel tatminini nasıl sağlar?

Herkese ayrı ayrı bakıyorum. Maksimum seviyede deneyimlemeye çalışıyorum, kalmayı, gitmeyi, durmayı, durmamayı. Herhangi bir tercih yapmadan, var olduğunu bildiğim, kendiliğinden gerçekleşmeyecek ve merak ettiğim her şeyi denemeye çalışıyorum. Bir insanı değil, olabildiğince çok insanı anlamak istiyorum. Kalıbıma, kabıma sığamıyorum, keşfetmek, daha çok öğrenmek, ne kadar sır varsa hepsine vakıf olmak istiyorum.

25 senenin sonunda insanlarla beraber kendime de anlam vermeye başlıyorum.

Denize giden, türlü türlü karakterde insanla, amirle, aylarca dar alanda zaman geçiriyor. Hiçbirimizin şahit olmadığı güzellikte gün doguşlarını, gün batımlarını, yanında anı paylaşmak isteyeceği insanlardan bir tanesi bile olmadan belki, bir başına seyrediyor. Doğanın mucizelerine tanık oluyor. Zor zamanlar geçiriyor. Kendine hepimizden fazla maruz kalıyor. Okuyor, izliyor, belki yazıyor. Kendince bir yöntemle, kendi kendine aylar geçiriyor. Yıllar geçiyor, karada sabah 9 akşam 5 çalışan, yılda 15 gün tatili olan insandan bambaşka bir hayat yaşıyor.

Pilot, ayın hatırı sayılır kısmını uzak yerlere uçarak, bazı gün ve gecelerini bu uzak yerlerde bulunan otellerde geçirerek, çoğu seyahatinde yeni insanlarla tanışarak, gökyüzünün en şahane hallerine şahit olarak günler, aylar, yıllar geçiriyor. Kokpitte yanında oturan insan her defasında ayrı bir dünya oluyor. Bazen iyi, bazen kötü. Her seferinde başka bir ekip, rota belki aynı ama günler birbirini tekrar etmiyor, bir şekilde.

Yerinde kalmayı seçen, aynılıktan keyif alan, dışına çıkmak istemeyen, sabit düzen içerisinde, kurduğu hayattan keyif alan insanın durumu var bir de. 'Başka bir dünya mümkün ama umurumda değil' motivasyonu..

3 farklı örnek var yukarıda. Onlarca, belki yüzlerce varyasyonla ele alabiliriz. Herkesin gece kafasını yastığa koyduğunda aklına, gözünün önüne gelen imaj başka, bambaşka. Gezdiğin, gördüğün, çalıştığın,okuduğun, temas ettiğin her şey tarafından yeniden yaratılıyorsun. Kendin bir yol tutturuyor, başka yolları konuşarak, okuyarak, araştırarak anlamaya çalışıyorsun.

Türlü deneyim, algı, bilgi nihayetinde ortaya çıkan 'sen' geri kalan herkesle bir ortak noktada buluşuyorsun. Seçtiğin, yürüdüğün, sevdiğin yol ne kadar az rastlanır türden? Hiçbir öneminin kalmadığı paydada, 'insan oluş' kısmında herkesle eşitleniyorsun. Endişeler, arzular, umutlar, beklentiler bir yerde aynılaşıyor: eşini bulma isteği... Her kim olursan ol, bütün varlığını paylaşmak arzun, tamamlanma isteğin aynı kalıyor. Dağdaki çoban ne hissediyorsa, o en muhteşem versiyonun dahi tamamlanmak konusunda o çobanla aynı şeyi hissetmeye, istemeye devam ediyor.

Bütün bu yukarıdaki laf kalabalığını yapmamın bir sebebi var. Hepimiz kendine münhasır, deneyimleri nihayetinde sürekli güncellenen ama yaptığımız seçimler sebebiyle belli alanlarda değişim geçiren insanlarız. Her birimizin temeldeki arzusu 'eşini bulmak.' Buradan hareketle 3 şey söylemek istiyorum:

1) 'Ben yalnız mutluyum ya' barikatı arkasına saklanmak, oraya saklanmaya iten mutsuzluktan fazlasını getirecek, Açık olmak lazım.

2)'Benim eşim bu olacak, başkasını istemem' derken dur durak bilmeden acı çekmek söz konusuysa 'eş' diye içselleştirilen kişi doğru kişi değil, inadı kenara bırakmanın sonunda mutluluk var.

3) Tamamlanmışlık hissi, her kim olarak yaşıyorsan, olduğun kişiyi algılayabilecek insanla mümkün. Ne bir çift güzel bacak, ne de kabarık bir cüzdan tarafından tamamlanabilecek şekilde dizayn edilmedik hiç birimiz.


Neyse, özetle:

29 Haziran 2015 Pazartesi

Sky, blue sky.

Ben yine İstanbul'dan kaçtım. Bir müddet hayat şartlarının gerektirdiği üzere iş aradım, başvurular yaptım, sonra aklıma yatar bir şey buldum, başvurumu yaptım. Cevap alana kadar da bir müddet uzak ve doğada kalacağım. 

Bayılıyorum İstanbul'a. Boğazına, deniz kenarında yürümesine, kafesine, barına, tarihine hatta kalabalığına. Bir müddet sonra ise boğulmaya başlıyorum. Sokağa çıktığın anda maruz kaldığın kimi yerer kimi över insan bakışları, gideceğin yere, buluşacağın insana göre giyinip süslenmesi, yolu-trafiği, ister istemez kaostan payını alıp girdiğin stres. Evden burnunu dışarı uzatmanla beynine, ruhuna doğru taarruza geçiyor şehir. Bir yere kadar meşgul edici ve hatta eğlenceli. O noktaya geldikten sonra ne yapsan geçmez bir mutsuzluk hali.

Böyle zamanlarda benim kişisel tercihim; uzaklaşmak. Beklentileri en aza indirgeyebileceğim, doğanın içinde hayvanla, az insanla öz zaman geçirebileceğim, zaman mefhumundan uzak, "oh!" diyebileceğim bir kaç gün geçirmek. 

Kapitalist sistem kulağına  Louis Vuitton'dan ayakkabılar almanın, lüks restoranlarda süslü kıyafetler içinde akşam yemeklerinin mutluluk kaynağı olacağını, bunlara ulaşmak için daha çok çalışman gerektiğini fısıldamayı sürdürecek. Kendini her şeyin en iyisine layık görmen, en fazlasını hak ettiğini düşünmen için elinden geleni yapacak. 

Yapıyor da. Bana da o vakit 'Sen bi' kes sesini' hali geliyor. İnsanın özünün doyduğu zamanlar, gerçek mutluluk kaynakları neredeyse hep bedava ve mutluluğu parayla orantılamak ve fazlasına sahip olduğunda rahata ereceğini düşünmek ise ne yazık ki kapital sistemin yarattığı bir illüzyon. Elbette paraya, çalışmaya ihtiyacımız var. Ve içsel mutluluk için de doğaya. 

Sistem işlesin diye ha babam çalışıp, boş kalan zamanlarda da tüketerek mutlu olmaya çalışmak yerine, bütçeleri en azından ayda bir haftasonu doğaya kaçmalara ayarlayabilsek, o ayakkabıyı almasak da sakin bir göl kenarında kahvaltı edip, yürüyüş yapsak mesela. Kıt kanaat geçinmeye çalışırken son model telefon taksidine girmek yerine insan gerçekten kendi mutluluğuna yatırım yapsa. Böyle olsa belki de İstanbul'un omuzları düşük, yere bakarak yürüyen, göz temasını 'Günaydın'a çevirebilecekken kafasını çevirmeye motive insanında biraz değişiklik olur. 

Her şey üstünüze geliyor gibi hissettiğiniz zamanlarda bu söylediklerimi bir düşünün. Mülkiyet hissinden vazgeçip, domates yetiştirin demiyorum ama iddia ediyorum almanın yerini gitmekle değiştirdiği bir hayat, hepimizi mutluluğa biraz daha yaklaştırır.





Saatleriniz kaç paranız olduğunu anlatmak zorunda değil, zamanı doğru göstersin yeter. Mutluluğu bir de bu sularda arayın, denemesi bedava.


Not: Bu yazı etrafta mutsuz insan görmekten fenalık geçirmek üzereyken yazılmıştır.

Mutlu haftalar! 











18 Haziran 2015 Perşembe

Bir kadın yalnızlığı kolay seçmiyor arkadaşlar.

Benim ikili ilişkilerim hoşuma gitmeyen şeyleri, basit beklentilerimi karşı tarafa tatlı dille anlatmak ama hoşuma gitmeyen durumların ta ki ben 'It's over' kıvamına gelene kadar 'over and over again' tekrar etmesiyle son buluyor.

Aman tadımız bozulmasın, aman pozitif kalalım, aman düzelir. Düzelir mi? Düzelir dediğin beklenti, şarkıda da söylediği gibi sadece üzüyor. Pür dikkat kesiliyorum karşı tarafı anlayayım da, huyuna göre davranayım diye, o esnada adam kendini kral gibi hissederken ben kimim, ben ne beklerim, ne isterim önemsemeyi aklına getiremiyor. Mutsuz oluyorum, hadi diyorum dile getireyim bari, bir şeylerin değişmesi lazım.  Tatlı tatlı anlatıyorum. Hiçbir şey değişmiyor. Laf kalabalığı, ne gerek var? Kadının trip atıp, naz yaptığı ilişkilerde adamların tapar pozisyonda hazırolda beklediklerine çok şahit oldum -ki ben yapabilenler grubuna girmiyorum-, diyalogla bir şeylerin çözülebildiği ise mucizeler katında nadide bir durum. Erkek arkadaşlarla gerçekleştirildiğinde konuşma yada tartışma olarak adlandırılan şey, kadının bir konuyu gündeme getirmesi durumunda ışık hızıyla 'kadın dırdırı' etiketini yiyiveriyor. 

Zekasıyla, insan ilişkilerindeki başarısıyla ışıl ışıl parlayıp, etraflarını aydınlatan adamlar nasıl benim karanlığım haline geliyor zamanla? Artık bir cevabım var. Ben adamları anlıyorum. Karakterlerini, kisiliklerini, ihtiyaçlarını... Kendi ihtiyaçlarımı bir kenara koyarak kendimi karşı tarafı tanımaya adıyorum. Bu beni uzlaşmacı biri haline getiriyor ilişki içinde. Ideal olan diyorum kendi kendime, kimse değişmesin ama birbirini anlasın ve memnuniyetle karşılıklı tatminleri yerine getirsin. Nafile.

Ben pür dikkat leb demeden leblebi kıvamına geleyim zamanla, sen benim kim olduğuma dair en ufak bir fikrin olmadan benimle birlikte ol. Yok ya. Kapris, dırdır size müstahak arkadaşlar. Alfanız bile maksimum beta kadınına değer verecek şekilde kodlanmış. Alfa kadınları duygusal ilişkiyi rafa kaldırıp, işe güce odaklansın. siz de betalarınızla üreyin.

Mutsuzluğun lüzumu yok.

Rastgele.





24 Nisan 2015 Cuma

The Age Of Stupid


                                                

Lots of ideas try to take over the world but there is only one winner: Consumerism! 
Bir çok fikir dünyayı ele geçirmeye çalıştı ama tek bir kazanan var: Tüketicilik!



Dünyanın gidişatı ile alakalı biraz şüphe ve merak varsa içinizde, sizi "Aptallık Çağı'nı" izlemeye davet ediyorum. Bilimsel veriler ve öngörüler baz alınarak hazırlanan belgesel, günlük hayatlarımıza dünyanın kaynakları sonsuzmuş gibi devam eder ve otoriteler tarafından devam etmeye teşvik edilirken, dünyanın her gün 'nasıl da' sona yaklaştığını anlatıyor.


Spoiler vermeyeceğim, söyleyebileceğim tek şey belgeselin gayet akıcı olduğu ve dünya gerçeklerini gayet usta bir kurgu ve dille izleyenin yüzüne vurduğu.

'Izleyeyim de, neye yarayacak?' diyorsanız, en azından insanoğlu olarak paylaştığımız sorumluluğun ne olduğunu biraz olsun anlamaya yardımcı olur, diyorum.

Buradan buyurun:

The Age Of Stupid